Cuma, Mayıs 25, 2012

Kitap Tavsiyesi: Ölmeden Önce Keşfetmeniz Gereken 5 Sır

Tüm dünyada bestseller olan özgün adıyla “The five secrets you must discover before you die” yani  “ölmeden önce keşfetmeniz gereken 5 sır” adlı bu kitap, 8 yaşındayken babasını kaybeden Dr. John Izzo’nun hayatı boyunca dolu ve anlamlı bir yaşamı keşfetmeye çalışmasının bir ürünü aslında. Babasının öldüğünde daha 36 yaşında olduğunu belirten ve hayatın aslında ne kadar kısa ve mutluluğu bulmak için ne kadar zamanımız olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğimizi kitabında işleyen Dr. Izzo mutlu bir hayatı yaşamanın sırlarını bunu mutlu olmayı başarabilmiş insanlardan öğrenmemizi tavsiye ediyor.

Bu kitap için yaklaşık 200 kişiyle röportaj yapılmış. Röportaj yapılan bu kişiler 60 ile 106 yaşları arasında olan tanıdıkları tarafından hayatın anlamını ve mutluluğu bulmuş bilge olarak nitelendirilen kişilerden oluşuyor.

Amerika ve Kanada’dan yaklaşık 15bin kişiye danışılarak seçilen bu kişiler kasaba berberinden, öğretmenlere, yazarlardan papazlara, soykırım’dan kurtulanlara kabile şeflerinden CEO’lara, Hıristiyanlara ve Ateistlere kadar çeşitli etnik, kültürel, dinsel, coğrafik ve mesleki gruba ait olup, 18bin yılın üzerinde bir hayat deneyimine sahiptirler.

Bu röportajlarda onlara bir dizi sorular sorulmuş.
-         Size mutluluğu getiren neydi? Pişmanlıklarınız nelerdir?
-         Sizin için önemli olan neydi? Önemli olmasına rağmen öne çıkmayan şey neydi?
-         Hayatınızın ters yüz olmasına sebep, farklılık yaratan konular nelerdi?
-         Neyi çok daha önceden öğrenmeyi isterdiniz?

Kitap 4 ana bölümden oluşuyor, ilk bölüm bu kişilerin nasıl seçildiği ve araştırma metodolojisi hakkında,  ikinci bölüm bu bilge kişilerden öğrenilen 5 sır, üçüncü bölüm bu sırları hayatımızda nasıl pratiğe dökebileceğimiz ve son bölüm ise             “sizden genç olanlara, dolu ve anlamlı hayatı bulmada vermeniz gereken tek cümlelik tavsiye olsa, ne söylerdiniz” sorusuna verilen en iyi cevapların bir listesi.

Tabi bu röportajlardan öğrenilen en önemli şey sırları bilmenin yeterli olmadığı ve neyin önemli olduğunun keşfetmenin bir aciliyeti olduğudur. Bu sırları belki bilerek belki bilmeden keşfetmiş ama hayatlarında kullanmış insanlar, o yüzden onları diğerlerinden ayırıyoruz! Aciliyet diyoruz çünkü zaman hızla akıp gidiyor.!

Ayrıca John İzzo’nun da vermek istediği mesajı gibi bilge biri olmak için yaşlanana kadar beklemek zorunda değiliz, her yaşta hayatın sırlarını keşfedebiliriz. Ama önce yapmamız gereken bu kitabı ve içindeki eşsiz yaşamları okumamız sevgili takipçiler..

Sırları merak edenler için söylüyorum, adı üzerinde “sır” bu şimdilik benimle yazar arasında ve ben sırlarımı paylaşmam…  :)


Başarı için hatırlamak, şans için yalvarmamak gerekir..!

Hayatı, bakış açısı ve azmi ile ben de dâhil pek çok kişiye, özellikle de kariyer hayatlarının başlangıcında olan üniversite öğrencilerine örnek gösterilen bir kişiden bahsetmek istiyorum.

Hepimizin tanıdığı ve zaman zaman hatırlamamız gereken bu kişi..

10 yaşında annesini kaybetti.
21 yaşında işini kaybetti.
25 yaşında 4 çocuğundan 3’ü vefat etti.
27 yaşında ruhsal bunalıma girdi.
34 yaşında kongre seçimlerini kaybetti.
36 yaşında kongre seçimlerini tekrar kaybetti.
38 yaşında eyalet seçimini kaybetti.
45 yaşında senato seçimlerini kaybetti.
47 yaşında başkanlık seçimlerini kaybetti.
49 yaşında tekrar senato seçimlerini kaybetti.
52 yaşında ise başkan seçildi.

Evet, Abraham Lincoln’dan bahsediyoruz. 52 yaşında Amerika’ya başkan seçilen
Lincoln ABD’nin 16. Başkanı ve Cumhuriyetçi Parti`nin ilk başkanı olmuştur. Lincoln, Amerikan İç Savaşı`nda Amerika Konfedere Devletleri’ne karşı büyük bir galibiyet elde etmiş ve ülkenin birliğini koruyarak kölelik gibi bir sistemi bitirmiştir.

Yaşantısına baktığımızda son derece acılarla ve başarısızlıklarla dolu geçen bir adamın dünya tarihine ismini yazdırması ne kadar akıl almaz ve ne kadar ilginç öyle değil mi? ..Peki, bunu nasıl yapmış olabilir?

Sevgili takipçiler Abraham Lincoln’ün hayata karşı olan bu zaferini ve hayat görüşünü biraz daha anlayabilmek için kendisinin oğlunun öğretmenine yazmış olduğu bir mektuptan da alıntı yapmak istiyorum.

“Ona kuvvetini ve beynini en yüksek fiyatı verene satmasını,
fakat hiçbir zaman kalbi ve ruhuna fiyat etiketi koymamasını öğret.
Uluyan bir insan kalabalığına kulaklarını tıkamasını öğret ona ve eğer kendisinin haklı olduğuna inanıyorsa, dimdik dikilip savaşmasını öğret.
Ona nazik davran, fakat onu kucaklama; çünkü ancak ateş çeliği saflaştırır. Bırak, sabırsız olacak kadar cesarete sahip olsun, bırak cesur olacak kadar sabrı olsun. Ona her zaman kendisine karşı derin bir inanç taşımasını öğret. Böylece insanlığa karşı da derin bir inanç taşıyacaktır...”


“Çalışacağım ve kendimi hazırlayacağım. Ve bir gün şans kapımı çalacak.’’ sözüyle de pek çok kişiyi ilham veren Abraham Lincoln, hayatı boyunca çalışmaya çok önem vermiş ve hiçbir başarısızlığının altında ezilmeden büyük bir kararlılık ve sabırla hedeflerine ulaşmaya çabalamıştır.

Şansın dahi emek ve özveri istediğini bilen insanlar, kendi içlerinde bu gücü oluşturduklarında kendilerini daha yakından tanır, kimi zaman gelişim ve değişim göstermeleri gerektiğini bilerek Lincoln gibi hayatının anlamını kendi ideallerinde bulmaya çalışırlar.

Bu durumda farkına varılacak ve söylenecek en değerli mesaj ise şansın beklemek yerine kendimiz tarafından yaratıldığıyla ilgili olduğudur.

Sekiz yıl boyunca şans faktörü üzerine yaptığı yüzlerce deney, görüşme ve binlerce test sonucunda Hertfordshire Üniversitesi araştırmacısı Richard Wiseman da "Şans, ilahi bir hediye ya da sihirli bir yetenek değildir. Aslında şans, bir zihin durumu, düşünme ve davranma biçimidir. İnsanlar şanslı ya da şanssız doğmazlar, düşünceleri, hisleri ve davranışlarıyla iyi ve kötü şanslarını kendileri yaratırlar"  görüşünde..

Hayattaki Şans Faktörü’nü merak edenler Wiseman'ın şans araştırmasının sonuçlarını içeren "Şans Faktörü" adlı kitabı olduğunu belirterek yazıma son veriyorum.

Şansınız bol olsun J

Bakış açına yenilikler, hayatına hayat kat !

Eski bir hikâyeye göre, bir gün, ciddi bir rahatsızlığı olan bir hasta, pencere kenarında başka bir hastanın yattığı bir odaya getirilmiş. Zaman geçtikçe ikisi arkadaş olmuşlar. Pencere kenarındaki hasta, dışarı bakıp sonraki birkaç saatini yatalak arkadaşı için dışarıdaki dünyanın canlı tasvirlerini yaparak geçiriyormuş. Bazı günler; hastanenin karşısındaki parkta bulunan ağaçların güzelliğini ve yaprakların rüzgârda nasıl dans ettiğini anlatıyormuş. Bazı günlerse, hastanenin yanından yürüyen insanların yaptıklarını tek tek canlandırarak arkadaşını eğlendiriyormuş. Ancak zaman ilerledikçe yatalak olan hasta, arkadaşının tasvir ettiği güzellikleri göremiyor oluşu nedeniyle büyük üzüntü duymaya başlamış. En sonunda, arkadaşından hoşlanmamaya ve ondan yoğun bir biçimde nefret etmeye başlamış.

Bir gece, şiddetli öksürükler sonrası, pencere kenarındaki hastanın nefesi kesilmiş. Yatalak olan düğmeye basıp yardım çağırmak yerine hiçbir şey yapmamayı tercih etmiş. Ertesi sabah, pencere dışımda gördüklerini anlatarak arkadaşına birçok mutluluk yaşatan hastanın ölmüş olduğu açıklanmış ve adamı odadan çıkarmışlar. Diğer adam derhal hemşireden yatağının pencere kenarına alınmasını istemiş ve bu ricası hemşire tarafından kabul edilmiş. Ama dışarı baktığında, onu sarsacak bir gerçekle karşılaşmış. Pencere tuğladan yapılmış bir duvara bakıyormuş. Eski oda arkadaşı sevgisinin bir göstergesi olarak, içinde bulunduğu bu zor zamanda oda arkadaşının dünyasını biraz daha güzel bir hale getirmek için tasvir ettiği güzellikleri hayalinde bir araya getiriyor, ona herhangi bir karşılık beklemediği bir sevgi sunuyormuş.

Bu hikâyeyi ünlü yazar Robin Sharma’nın “Sen Ölünce Kim Ağlar” kitabının “Bakış Açınıza Yenilikler Katın” başlığının altında okuduğumda aslında zaman zaman ne kadar ufak şeylere takıldığımızı ve kafamızı gereksiz düşüncelerle yorup, kendimizi ne kadar mutsuz ettiğimizin farkına vardım. Evet birçoğumuz aslında mutsuzluğu ve karamsarlığı kendi kendimize çağırıyoruz. Sahip olduklarımızın değerini ise onlar elimizden kaçacak gibi olduğunda ve de çoğu zaman kaçtığında farkına varıyoruz. Sahip olamadıklarımız adına yarattığımız dertlenmeleri, gereksiz korkularımızı konuya dâhil etmiyorum bile…

Düşüncelerimizde büyüyen, bizi düşünürken boğan, uykularımızı kaçıran sıkıntı ve sorunlarımız gerçekten bizim onları önemsediğimiz kadar önemli ya da büyüttüğümüz kadar büyükler mi? Herhangi bir problemle karşılaştığımızda kendimize ilk olarak bu soruları sormalıyız. Aslında karşılaştığımız gerçek bir problem mi? yoksa biz mi yanlış bakış açısıyla bunu problem haline getiriyoruz.?

Bu aşamada her ne olursa olsun önce derin bir nefes almalı ve içinde bulunduğumuz mevcut durumu geniş pencerelerden bakarak aydınlatmalıyız. Problemi nasıl aşabileceğimizle ilgili düşünmeye başlayarak esasen sadece kendimizi değil, çevremizi de bu yönde yeni bakış açılarıyla geliştirmeliyiz. Çünkü unutmamalıyız ki nefes aldığımız sürece her şeyi değiştirmek ve üstesinden gelmek elimizde…             

Bu yüzden kendimize ve içsel gelişimimize mutlaka vakit ayırarak, şu sonsuz evrende bizlere düşen rolün ne kadar kısa olduğunu aklımızdan çıkarmadan,  pozitif fikirlere ve yaklaşımlara odaklanarak engellerimizi aşmaya ve anın tadını çıkarmaya çalışmalıyız.